11 Ekim 2018 Perşembe

Güncel Ekonomik Durum Özeti-3

GÜNCEL EKONOMİK DURUM ÖZETİ-3
BORÇ BATAĞINDAN NASIL ÇIKTIK?
Mustafa Kemal Atatürk liderliğindeki bir avuç kahraman, Anadolu halkının canını ortaya koymasıyla kurtuluş savaşı destanını yazarak yıkılan Osmanlı’nın küllerinden yeni Türkiye Cumhuriyeti devletini kurdu. Lozan Anlaşmasıyla yabancılara verdiğimiz imtiyazlardan, kapitülasyonlardan kurtulduk; gümrüklerimizi, ticaretimizi kontrol altına aldık. Kalkınmamız için gerekli olan bankalar, demiryolları gibi stratejik kuruluşları millileştirdik. Tarımsal üretimi arttırdık; gıda güvenliğini sağlayarak aç halkı doyurduk. Mümkün olduğu kadar borçlanmadan, çocuklarımızın geleceğini ipotek altına almadan, Osmanlı’dan kalan borçları ödemeye başladık. Yeni sanayi yatırımları yaparak yerli-milli üretime geçtik.
Ama en önemli yaptığımız şey; “tek adam”dan kurtulmaktı. “Tek adam” rejimi “dış güçler”e karşı en zayıf rejimdi. Bir adamın kendi geleceği için taviz vermesi koca bir milleti diz çöktürebiliyordu. Atatürk çözümü mecliste bulmuştu. Halkın tüm kesimlerinin temsil edildiği Türkiye Büyük Millet Meclisi, dış baskılara karşı direnişimizin en önemli dayanak noktasıydı. Ülke, artık Cumhuriyet ile yönetiliyordu. Halk, kendi kaderi hakkında söz sahibi olmuştu. Atatürk’ün koyduğu ilkeler (6 Ok) etrafında birleşen halk, canını dişine takarak şevkle çalıştı. Hep beraber toplumsal bir başarıya imza attık. Ülke 15 yıl içerisinde 100 yıl ileri atlamıştı. Ama ne yazık ki o parlak günler Atatürk’ün ömrüyle sınırlı kaldı.
BALIK, MENDERES DÖNEMİNDE TEKRAR OLTAYA TAKILDI
Lord Curzon, Lozan görüşmeleri sırasında İsmet İnönü’ye “şimdi bu masada verdiklerimizi, yakında ekonomik zorluklar içine düştüğünüzde geri alacağız”demişti. Öyle de oldu.
İsmet İnönü, 1939 yılında 2. Dünya Savaşı’nın başlangıcında güvenlik endişesiyle İngiltere ve Fransa ile üçlü ittifak anlaşması imzaladı. Arkasından savaş bitiminde Sovyet tehdidi altında, ABD’ye yanaştı. 14 Şubat 1947'de Dünya Bankası, 11 Mart 1947'de IMF’ye katıldı, Truman Doktrini ve Marshall Planı çerçevesinde ABD ile ikili anlaşmalar yaparak askeri, ekonomik ve eğitim alanında tavizler vererek emperyalizme kapıyı araladı.
Aralanan kapıdan önce Menderes Hükümetleri koşarak geçti. Menderes döneminde Türkiye, ABD’nin sadık müttefiki olurken, ülke krediye (borca) boğulmuştu. 1956 yılında Rockefeller’in ABD Başkanı Eisenhower’a yazdığı mektupta; “Türkiye’nin oltada yakalanmış balık olduğunu, bu nedenle de yeme gereksinimi bulunmadığını söylemesi üzerine(7)” borç para akışı kesilince Türkiye, Osmanlı döneminde olduğu gibi yeniden para krizine girdi. Menderes’in para bulmak için Sovyetlere yönelmesi, yaşanan ekonomik kriz ve otoriterleşmenin yarattığı memnuniyetsizlikle birleşince 1960 darbesiyle neticelendi. Türkiye, Menderes ile birlikte emperyalizimin oltasına tekrar yakalandıktan sonra bir daha hiç kurtulamadı.
SAVAŞI KAYBETTİĞİNİ NASIL ANLARSIN?
Dünyada devletler arasındaki ilişkiler ekonomik temelli çıkar çatışmaları üzerine kuruludur. 2. Dünya Savaşı da dahil olmak üzere, öncesinde devletler ekonomik çıkarları için gerekirse silaha başvurabiliyordu. 2. Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkım, savaşı devletler arası mücadelenin dışına çıkarttı. Ancak mücadele hiçbir zaman bitmedi, sadece boyut değiştirdi. Günümüzün mücadelesinde savaşı kaybettiğinizi ve yenildiğinizi, yaşanan ekonomik krizlerle anlıyorsunuz. Her ekonomik kriz sonrası galipler, aynı Osmanlı’ya yaptıkları gibi ekonomik krizden çıkışın reçetesi aldı altında bir barış anlaşmasını önünüze koyuyorlar. Bu reçeteyle sizden koparttıkları her taviz, bir sonraki krizin ve yeni verilecek taviz ve feda edilecek varlıkların yolunu hazırlıyor. 
1970’lerlerde Türkiye sürekli ekonomik krizlerle boğuştu. 1980 öncesi, bir ekonomik savaşı daha kaybetmiştik. Galipler getirip önünüze 24 Ocak kararlarını koydular. Turgut Özal tarafından hazırlanan (!) 24 Ocak kararları, yine Özal tarafından ancak 12 Eylül 1980 Darbesi’nin yarattığı baskıcı ortamda hayata geçirilebildi. Devlet koruması (sübvansiyonlar) tarım ve diğer stratejik sektörlerden çekilirken, yapılan devalüasyonla %32,7 oranında ucuzlayan varlıklarımız, kapitalist sisteme entegre oluyoruz yalanıyla emperyalizmin beğenisine sunuldu. Böylece Cumhuriyet tarihinin devletçilik dönemi sona ermiş oldu.
1996 yılına gelindiğinde dönemin başbakanı Tansu Çiller, "ya gireceğiz ya gireceğiz" sloganıyla sanki Avrupa Birliğine giriyormuşçasına Gümrük Birliği anlaşmasını imzaladı. Artık gümrük duvarlarımız da delinmişti. 24 Ocak kararları ve Gümrük Birliği, 2001 yıllında yaşanan ciddi ekonomik krizin temellerini atmıştı.
Dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile Başbakanı Bülent Ecevit arasında yaşanan Anayasa kitapçığı fırlatma olayıyla açığa çıktığı üzere Türkiye, 2001 yılında bir ekonomik savaşta daha yenildiğini kabul etti. Galiplerin temsilcisi IMF adına Kemal Derviş, elinde 15 adet yasayla Türkiye’ye gönderildi. Uluslararası Tahkim Yasası, Merkez Bankası Yasası, Bankacılık Yasası, Telekom Yasası, Şeker Yasası, Tütün Yasası gibi yasalar kanunlaştırılmak zorunda kaldı. Bu yasalar, vatandaşı ve üreticiyi “dış güçler” karşısında zayıflatırken aynı zamanda onların önünü açtı.
Fakat Atatürk’ün bıraktığı mirasın etkisiyle hâlâ Türkiye’de direniş gösteren odaklar vardı. Siyaset sahnesinde o dönem 6 Ok’un temsilciliğini yapan Bülent Ecevit liderliğindeki Demokratik Sol Parti (DSP) ve Millî Görüş geleneğinden gelen Necmettin Erbakan’ın liderliğindeki Refah Partisi (RP), emperyalizmin önündeki siyasi engellerdi. Bürokrasi alanında ise başta Türk Silahlı Kuvvetleri ve Yargı olmak üzere bakanlıkların içindeki vatansever çalışanlar savunmada önemli bir direnç noktası oluşturuyordu. Savunmanın en arkasında ise TBMM vardı.
TÜRKİYE’NİN SAVUNMA MEKANİZMASI NASIL KIRILDI?
Türkiye’de yapılan kamuoyu yoklamaları, milliyetçi-muhafazakâr eksendeki İslamcı oyların yükselişine işaret ediyordu. Millî Görüş çizgisinde bir hükümetin gelecekte tek başına iktidara gelmesi “dış güçler” açısından önemli bir sorun olarak görülüyordu.
Çünkü Erbakan liderliğindeki Millî Görüş, sadece ABD karşıtı olmakla kalmayıp AB, IMF, Dünya Bankasına ve Küresel Sermayeye de karşıydı. Buna mukabil milli ekonomi taraftarıydı. Erbakan, her ne kadar siyasal İslam’ın etkisinde olsa da Atatürk’ün yazdırdığı Lise Tarih Kitabı ile eğitim görmüş, Osmanlının çöküş sebeplerine ve Cumhuriyetin nasıl kurulduğuna vakıf bir liderdi. Böylesine bir yönetimin tekrar iktidara gelmesi, “dış güçler”in Türkiye’yi bir sonraki ekonomik savaş yenilgisine hazırlamasını güçleştirebilirdi. Ayrıca Erbakan, Gülen Hareketini tasvip etmediğinden FETÖ’nün Türkiye’deki hareket serbestisi de kısıtlanacaktı.
Amerikan istihbaratının önde gelen Ortadoğu, Türkiye ve İslam uzmanlarından Graham Fuller, 1990'lı yılların başından beri "ılımlı İslam" projesi üzerinde çalışıyordu(8). Fuller, Ortadoğu'daki anti-amerikan radikal İslamcı akımları önleme ve geriletmenin yolunun, laik sistemleri desteklemekten değil, aksine radikal İslamcı partileri küresel kapitalist sistem içine çekecek ve özlerini dönüştürecek bir yaklaşımı benimsemek gerektiği tezini savunuyordu(9). Fuller, 1990 yılında da “Kemalizmin miadını doldurduğunu, artık piyasacı-küreselleşmeci İslam’ın ana belirleyici olduğu Osmanlı benzeri Yeni Türkiye'nin zamanı geldiğini” söylüyordu. Onunla aynı amaç için çalışan Paul Henze ise; "Yeni dünya düzeni ile birlikte Atatürkçülük ölmüştür. Ulus devletler dönemi bitmiştir. Türkiye, Osmanlı gibi çok kültürlü, çok dinli ve çok ırklı bir yapıyı benimsemelidir" seklinde beyanatlarda bulunuyordu(10). Amerikalı strateji uzmanlarından Dinesh D'Souza ise 1995'te yazdığı bir kitapta aynı paralelde; “biz İslam köktendinciliğini dönüştürmeli, onları liberalleştirmeliyiz” diyerek konuyu bir başka şekilde ifade etmekteydi(11).
Türkiye’deki sol-laik eksendeki siyasi partiler 6 Ok ve Atatürkçülükten kopamıyor, Millî Görüş eksenindeki milliyetçi-muhafazakâr partiler ise Batı’ya uşaklık etmeyi kabul etmiyordu. Ilımlı İslam projesini tasarlayan yukarıdaki istihbaratçıların amacı, Türkiye’yi Atatürkçülükten koparırken, İslami kökenden gelen partileri iktidar karşılığında emperyalizmin hizmetine sokmaktı. Bir başka ifadeyle Türkiye’nin hafızası silinmeye çalışılıyordu. Osmanlı yüceltilerek yaptığı hataların görülmemesi, Atatürkçülük kötülenerek krizden çıkmanın ve sömürüden kurtulma yöntemi unutturulmaya çalışıyordu.
Rahmetli Erbakan, “dış güçler”in bu niyetini; “ılımlı demek, cihad şuuru olmayan bir Müslüman istemektir! Sömürüye sesini çıkarmayacak, Haçlı Siyonist İttifakı'nın emrinde olacaksın, demektir” sözleriyle anlatmaya çalışmıştı(12).
Sonuç itibariyle ABD ile uyumlu çalışmayacağı kesin olan Millî Görüş temsilcisi Erbakan liderliğindeki RP ve DYP koalisyonu, 28 Şubat 1997 post modern darbesiyle FETÖ’nün de yardımıyla iktidardan indirildi.
Arkasından gelen 6 Ok’un temsilcisi Ecevit liderliğindeki DSP-MHP-ANAP koalisyonunu ise MHP lideri Devlet Bahçeli’nin destek vermesi ve 2001 ekonomik krizi sayesinde devrildi. Yerine ise “dış güçler” ile uyumlu çalışacağına söz veren kadrolar tarafından, ılımlı İslam ekseninde, bir proje partisi olarak kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidara getirildi.
AKP, kuruluş amacı olan istikamette kendi önünde engel gördüğü, aslında “dış güçler”in önünde engel olan ülkedeki denge ve fren mekanizmasını yavaş yavaş ortadan kaldırmaya başladı.
TSK, milli menfaatleri ve ülke güvenliğini gerekçe göstererek birçok konuda, Milli Güvenlik Kurulunda (MGK) sahip olduğu temsil yetkisini kullanarak Hükümete sert muhalefet yapıyordu. Bu sebeple ABD ve AB, Erdoğan Hükümetine kabul ettirdikleri birçok konuyu, TSK’yı aşamadıkları için bir türlü hayata geçiremiyordu.
AKP Hükümetinin bu duruma çare bulması uzun sürmedi. FETÖ ile işbirliği yapılarak TSK içindeki ulusal güvenlik konusunda hassas duruş gösteren askerler çeşitli yöntemlerle sistem dışına çıkmaya zorlandı. Sistemi terk etmeyenler ise Balyoz ve Casusluk gibi bir dizi kumpas dava ile ordudan uzaklaştırıldı. Daha sonra yerlerine getirilen FETÖ’cü kadrolarda darbe teşebbüsünde bulununca, onlar da ordudan atıldı. Böylece askeri vesayetten kurtuluyoruz kılıfı altında TSK memleket meselelerinde söz söyleyemez hale getirilmiş oldu.
Benzer bir operasyon yargı kurumlarına da yapıldı. FETÖ eliyle milli duruşlu yargı mensuplarının bir kısmı sistem dışına atıldı. Geri kalanlar etkisiz hale getirilirken yerlerini FETÖ’cü kadrolara bıraktı. Darbe teşebbüsü sonrasında FETÖ’cü kadrolar da temizlendi. Geriye hükümet karşısında cübbesini ilikleyecek düğme arayan kadrolar kaldı. Böylece ülkede hükümeti denetleyebilecek bağımsız yargı ortadan kalkmış oldu. Aynı yöndeki kadrolaşma bu süreçte diğer bakanlıklarda da tamamlandı.
Erdoğan, en son darbeyi TBMM’ye vurdu. 24 Haziran seçimlerini kazanmasıyla Cumhurbaşkanlığı yönetim sistemine geçildi. Uzun yıllardır genel seçimlerde partilerin milletvekili aday tespitleri parti genel merkezi ve liderler tarafından yapıldığı için zaten TBMM eski gücünü yitirmişti. Ama en azından hükümetin çıkartacağı kanunlar meclise gelip tartışılıyordu. Yapılan tartışmalar az da olsa kamuoyundan bir farkındalık yaratmaktaydı. Cumhurbaşkanlığı yönetim sistemiyle TBMM filen olmasa da işlevsel açıdan tamamen hükmünü yitirdi. Böylece son kale de düşmüş oldu. Halka hâlâ temsil edildiği bir meclis oluğunu zannediyor. Erdoğan artık, Cumhurbaşkanlığı kararnameleri ile TBMM’yi devre dışı bırakarak ülkeyi tek başına yönetebiliyor. Böylece Osmanlı’nın “tek adam” sisteminin günümüz versiyonu hayata geçmiş oldu. Ülkede denge ve firen mekanizmasından eser kalmadı.
Kaynak: Osman BAŞIBÜYÜK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder