11 Ekim 2018 Perşembe

Güncel Ekonomik Durum Özeti- Son

GÜNCEL EKONOMİK DURUM- SON
ERDOĞAN İKTİDARINI NASIL KORUDU?
Sayfalarca Erdoğan’ın yanlışlarını anlattın peki bu siyasetçi nasıl oldu da 13 seçim kazandı diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Erdoğan’ın bu kadar çok hata yapmasına rağmen hâlâ iktidarda kalmasının 4 temel nedeni var: 1) Karizması, 2) Medya kontrolü, 3) Tarikat ve cemaatler, 4) Muhalefet yokluğu.
KARİZMA
Türk seçmeni ilk defa onun gibi bir lider ile karşılaştı. Erdoğan sokaktan geliyor, onların dilinden konuşuyordu. Kabadayıydı. Batı'ya hayranlık duymuyor, onun karşısında eğilip bükülmüyor, Batılı liderlere kafa tutuyordu. Yerli ve milli bir görüntüsü vardı. Erdoğan’ın bu tavırları ekonomik krizlerle boğuşan Batı karşısında geri kalmışlığını gören ve bu sebeple bilinç altında bir eziklik duygusu oluşmuş olan özellikle toplumun dar gelirli kısmının çok hoşuna gitti. 2001 yılında yaşanan ekonomik krizinden çıkış bir rahatlama yaratmıştı. 2008 yılında kapitalist sistem ciddi bir krize girmişti.  Merkezi kapitalist ülkeler, krizden çıkış için parasal genişleme (para basma) yolunu seçince Türkiye’ye ucuz kredi akışı başladı. Para bolluğunda Erdoğan’ın yaptığı altyapı ve inşaat yatırımları dar gelirli kesimin de cebine yansımıştı. Ekonomik rahatlama ile Erdoğan’ın karizması birleşince, dar gelirli seçmen kendisini Erdoğan ile özdeşleştirdi. Erdoğan’ın her seçim zaferi onların zaferi oldu. Dar gelirli büyük kalabalıklar, Erdoğan’a oy vermeyen, onlardan daha eğitimli ve ekonomik durumu daha iyi olanlar karşısında kendilerini gururlu hissettiler. Bu gurur Erdoğan’ın yaptığı hataları görmemelerini veya önemsememelerini sağladı.
Bu durumdan en çok “dış güçler” faydalandı. Onlar için Erdoğan’ın kendilerine kafa tutması önemli değildi. Önemli olan yaptığı icraatlardı. Türkiye’nin varlıklarının haraç mezat satılması, üretim ekonomisinin tasfiye edilerek tüketim ekonomisine geçilmesi ancak kimseye hesap vermek zorunda olmayan ve yaptığı işi fark edemeyen bir iktidarla mümkün olabilirdi. Ezilen kalabalıkların Erdoğan’a oy vermesiyle gelen her seçim zaferi, iktidarın biraz daha denetimden kopmasını sağlıyor böylece yapılan hatalar görülmeden yola devam ediliyordu. Her “eeyyy Trump, eeyyy Merkel” deyişinde garibanların göğsü kabarıyor, ama kazanan “dış güçler” oluyordu.
MEDYA KONTROLÜ
Siyaset bilimcilerin “modern siyaset medya siyasetidir” şeklinde bir söylemi var. Erdoğan bu gerçeğin çok çabuk farkına vardı. İktidara gelir gelmez medyaya el attı. Havuz kurup sermaye birleştirimi ve TMSF üzerinden satın alma derken medya tümüyle AKP’nin kontrolüne geçti. Böylece muhalif sesler kısılırken, vatandaşın farklı görüşlere ulaşması engellendi. Daha da önemlisi, dünyada hiçbir siyasetçinin geçmişte ve günümüzde de yapmadığı şekilde Erdoğan, her gün en az bir yerde konuşma yapmaya başladı. Bütün TV kanalları bu yayına canlı bağlanmak zorundaydı. Metin yazarlarının hazırladığı çok güzel konuşma metinlerini prompterdan okuyan Erdoğan, kalabalıkları büyülüyordu. Kalabalıklar, onun tarih, strateji, edebiyat ve ekonomi gibi her alanda sahip olduğu bilgiye ve aklına hayran kalıyordu. Özetle medya üzerinden yenilmez bir kahraman imajı yaratıldı. Diğer yandan kendi hakkında yazılan-çizilen her şeye dava açması, yazarları işinden kovdurması, muhalif kesimin bile oto-sansür uygulamasına neden oldu.
TARİKAT VE CEMAATLER
Erdoğan namaz kılan bir liderdi. Bu halkın hoşuna gitmişti. Ama bu işe en çok sevinen tarikat ve cemaatler oldu. Erdoğan’ın liderliğinde büyük bir hareket serbestisi yakaladılar. Artık her yerde, hükümetten kamu kurumlarına kadar her noktada temsilcileri vardı. Büyük bir siyasi ve ekonomik güç elde ettiler. Artan imam hatip okulları sayesinde de kadrolarını genişletiyorlardı. Bu kadrolar, Erdoğan’ın seçmeni ve aynı zamanda kampanyalarının gönüllü destekçileriydi. Tarikat ve cemaatlere göre Erdoğan, desteklenmesi gereken bir Osmanlı idi. Hele Nakşibendiler de nereden geldiği meçhul büyük bir Osmanlı hayranlığı vardı. Onlara göre II. Abdülhamit çok büyük bir padişahtı. Siyasi anlayışlarına göre devlet tek adamın elinde olmalıydı. Parlamenter sistem şeriat değildi. Tek adamla yönetilmeyen bir sistem, yıkılmaya mahkumdu. Atatürk şeriatı ve tek adam sistemini ortadan kaldırmıştı. Zihinlerinde inanılmaz bir Atatürk düşmanlığı vardı. İşte “dış güçler” bu düşmanlığı çok iyi kullandılar ve hâlâ kullanmaya devam ediyorlar.
Atatürk’ün şeriatı ve hilafeti kaldırması, tarikat ve cemaatlerin din anlayışına göre çok büyük bir hataydı. Onlar sadece bu noktaya kilitlendiler. İşte “dış güçler” bu noktayı istismar ederek FETÖ’de olduğunun bir benzeri şekilde Orta Asya kaynaklı bir Türk tarikatı Nakşibendiliğin içine sızmayı başarmıştı. Atatürk, sadece saldırılması geren bir sembole indirgendi. Tarikat ve cemaatler, Atatürk sembolüne saldırırken aslında ne yaptıklarının farkında bile değillerdi. Böylece Atatürk’ün emperyalizmle mücadelesi, Batı’nın karşısında dimdik durmak için neler yapılması gerektiği konusunda verdiği örnekler unutturuldu. Bu aşamada toplum içerisinde yavaş yavaş kendi kendisine saldıran kanser hücreleri çoğalmaya başladı.
Bu süreçte, peş peşe, Atatürk kitapları çıkmaya başladı. “İnsani yönlerini anlatıyoruz” sloganıyla, güya kişisel özelliklerini yazıyorlardı ama, aslında düpedüz karalama yapıyorlardı. Kitaplarda Atatürk’ün, alkolik, kalpsiz, dinsiz, megaloman, hatta korkak olduğuna yönelik düpedüz yalanlar vardı. Aynı dönemde “yeni Türkiye” sloganıyla, CIA mensupları tarafından, göbeği Brüksel'e bağlı yazarlar tarafından kaleme alınan kitaplarda açık açık “Kemalizm'in sonu geldi” deniyordu(22).
Eş zamanlı olarak yavaş yavaş Atatürk ders kitaplarından çıkarılmaya başladı. Aslında çıkarılan Atatürk değil, emperyalizm ile mücadele ederek Cumhuriyetin nasıl kurulduğunu anlatan metinlerdi. Arkasından “Kurtuluş Savaşı”nın hiç yapılmadığını, koca bir yalan olduğunu yazanlar, Lozan Anlaşması’nın bir hezimet olduğunu söyleyenler türedi. Bu yazarlar tarafından Şeyh Said, İskilipli Atıf Hoca, Bediüzzaman Said Nursi ve Seyit Rıza gibi Cumhuriyet düşmanları birdenbire kahraman ilan ediliverdiler. Sonuçta Atatürk’e “20’nici asrın gördüğü en büyük şeytan” diyen öğretmenler piyasaya çıktı. Bu zavallılar Atatürk’e küfür ettiklerini zannederken aslında kendi milletine, kendi devletine küfür ettiğinin, emperyalizmin uşağı olduğunun farkında bile değildi.
Bu arada televizyonlar da boş durmadı. Ardı ardına Osmanlı dizileri Osmanlı’nın ne kadar büyük bir devlet olduğu imajını halkın beynine kazımaya başladı. Örneğin Payitaht dizisinde II. Abdülhamit çok büyük bir lider olarak halka anlatıldı. Ama yaptığı hatalardan hiç bahsedilmedi. Türkiye’nin 2 katı büyüklüğündeki toprağı nasıl kaybettiğini sorgulayan yoktu. “Ulu Hakan”, milletin toprağını Yahudilere bile satmıştı. Bu konuyu araştıran olmadı. II. Abdülhamit bütçede para olmadığı için o günün yap-işlet-devret modeliyle Bağdat-Berlin demiryolu yapımı karşılığında rayların geçtiği alanın 20’şer millik sağ ve sol yanında kalan toprakların mülkiyetini ve buralardan çıkan kaynakların işletim haklarını ve proje kapsamında Basra’da bir liman kurulma imtiyazını yabancılara vermişti(23)“Ulu Hakan” döneminde demiryolları, madenler, bankalar, su, hava gazı, elektrik, telefon, tramvay, tünel, sanayi kuruluşları, limanlar, ticaret ne varsa her şeyimiz imtiyazlı yabancı şirketlere devredilmişti. İşte Payitaht Dizisi bu yapılan hataları kamufle ediyor, Erdoğan’ın yaptığı benzer hataların görülmesini engelliyordu.
Nakşibendiler Osmanlı’ya benzememizi çok istiyorlardı; sonunda istedikleri oldu. Cumhuriyet ortadan kalktı, tek adam sistemine geri dönüldü ve ülkenin ekonomik durumu Osmanlı’nın son dönemlerini andırıyor.
MUHALEFET YOKLUĞU
Ne yazık ki bu sürece en büyük desteği muhalefet partileri verdi. Halka umut olacak bir politika, yol gösterecek bir lider üretemediler. Her sıkıştığında Erdoğan’a destek veren Devlet Bahçeli’nin MHP’sini hiç tartışmaya bile gerek yok. Zaten Bahçeli “Cumhur İttifakı”na dahil olarak Erdoğan’ın tüm mirasına ortak olmuş durumda.  
Gelelim CHP’ye. CHP’deki dönüşümü, Cumhurbaşkanlığı vaadine inanarak Erdoğan’ın yolunu açan Deniz Baykal başlattı. Arkasından bir gladyo (FETÖ) operasyonuyla (kaset) Baykal’ın yerine Kemal Kılıçdaroğlu getirildi. Kılıçdaroğlu ile birlikte partideki dönüşüm hızlandı. CHP, YENİ CHP projesiyle Batı tarzı sosyal demokrat partiye dönüşürken, köklerinden yani "6 OK"tan koptu. Milliyetçi-muhafazakâr seçmenden oy alma umuduyla izlenen politikalar bu oyların kendi adresi AKP’de kalmasına yaradı. AKP’yi koalisyona zorlamak için HDP’nin meclise girmesi gerektiği yanılgısına düşüldü. PKK’nın sözünden hiç çıkamayan bir partiye seçmen oy vermeye teşvik edilince, AKP’den kopması gereken oylar ya adresinde kaldı ya da MHP’ye kaydı. Kılıçdaroğlu’nun şahsında, CHP’nin giderek bir kimlik partisine dönüştüğü fikri halkta yaygınlaşmaya başladı. Kılıçdaroğlu ile başlatılan YENİ CHP projesi başarısızlıkla sonuçlandı. 9 yılda 9 seçim kaybeden Kılıçdaroğlu buna rağmen her ne hikmetse bütün kongreleri kazanarak koltuğunu korumayı başardı.
Bir örnek ile durumun vahametini anlatmaya çalışayım. İngiltere’nin en uzun süreli başbakanı Demir Leydi lakaplı Margaret Thatcher, 1990 yılında iktidardaydı. Kamuoyu yoklamalarında Thatcher’in popülaritesinin hızla düştüğü görüldü. Thatcher’in popülaritesi partisinin popülaritesinden daha düşüktü. Bu gidişat, kamuoyu yoklamalarında Muhafazakâr Partinin rakibi İşçi Partisinin 14 puan gerisine düşmesine sebep oldu. Muhafazakâr Parti acımasız ama doğru bir karar aldı. Kendi liderleri Demir Leydi’yi başbakanlık ve parti başkanlığından istifa ettirdiler. Altını çiziyorum, Thatcher parti tarafından görevden alındığında başbakandı. Thatcher’ın yerini John Major aldı ve 1992 yılında yapılan seçimleri yine Muhafazakâr Parti kazandı(24).
CHP sıradan vatandaşlardan, iş çevrelerine kadar büyük bir kitlelerin hakkını temsil ediyordu. CHP kaybettikçe aslında bu büyük kitle kaybediyordu. CHP’li yöneticiler İngiltere Muhafazakâr Partisi’nin yaptığını Kılıçdaroğlu’na yapamadılar veya Kılıçdaroğlu, alicenaplık gösterip koltuğunu kimseye bırakmadı. CHP seçim kaybettikçe, seçmenin güveni ve seçim kazanabileceklerine olan inancı azaldı. Sonunda seçmen duygusal olarak partiden koptu. Kendi seçmenindeki duygusal kopuş, diğer seçmende zaten var olan “Kılıçdaroğlu ile bu iş olmaz” inancını daha da pekiştirdi.
Seçmendeki bu ruh halini geçenlerde posta gazetesine röportaj veren Cemil İpekçi şöyle anlattı; “Başta iki kez Ak Parti'ye oy vermiştim, alternatif yoktu çünkü. Sonra Gezi'de gönlüm kırıldı, kestim. Ama bugün bakınca Tayyip Bey'in en azından daha iki yıl bu ülkenin başında olması lazım diyorum. Çünkü geri kalan liderlere bakınca hiçbirinin bu ülkeyi ayağa kaldıramayacağını görüyorum. Daha beter yerin dibine götürebilirler. Yani kısacası şu anda oy vermiyorum ama başka bir lider de göremiyorum, keşke görebilsem. O yüzden yetmez ama evet(25)."
Taksiciyle, berberle, esnafla, çarşı pazarda kiminle konuşsanız aynı şeyleri duyuyorsunuz; “abi kime oy verelim” diyorlar. Erdoğan’dan umudu kesmiş durumdalar. “16 yılda yapamadığını şimdi mi yapacak” lafını işitiyorsunuz. McKinsey’in çağrılması kralın çıplak olduğunun anlaşılmasını sağladı. Bu hata Erdoğan’ın “Batı karşısında boyun eğmeyen lider” imajına çok ciddi zarar verdi. Artık herkes etrafa bakıp birisini arıyor. Bir umut ışığı yakalasalar dört elle sarılacaklar.
Aslına bakarsanız Erdoğan’ın yakın çevresi de durumun vahametinin farkında. Dış ve iç politikada yapılan hatalar ve ekonominin yanlış yönetiminin ülkeyi uçurumun eşiğine getirdiğini onlar da görüyor. Ama kimsenin “Reis”e söz söylemeye cesareti yok. Herkes korkuyor. Bu arada yavaş yavaş Erdoğan’ın etrafı boşalmaya başladı.
Erdoğan da ciddi bir korku içerisinde. Artık kimseye güvenmiyor. Kendisine ihanet edilmesinden korkuyor. Bu sebeple kala kala damada kaldı. Ekonomiyi damada emanet etti; bu yetmiyormuş gibi bir de Varlık Fonu’nun başına kendisiyle damadı atadı. Tek adam yönetimleri zor durumlarda kalınca hep aynı çareyi üretir. Osmanlı da ölüm döşeğinde damatlara emanet edilmişti.
ACİL ÇÖZÜME İHTİYAÇ VAR
Türkiye Cumhuriyeti tarihin en büyük kriziyle karşı karşıya. Erdoğan ise 16 yıllık iktidarının en zayıf anında. İktidarda kalmak için her şeyi yapabilir. Bu dönemde daha ne tavizler verileceğini, nelerin satılıp satılmayacağını hep birlikte göreceğiz. Aslına bakarsanız satılacak pek bir şey de kalmadı. Yeni borçlarla krizi geçiştirmeye çalışmak, aynı Osmanlı’da olduğu gibi devleti hasta adam pozisyonuna düşürebilir.
Atatürk’ün ortaya koyduğu çözüm yolu 6 Ok’a geri dönmekten başka çare yok gibi. Kendi yağımızla kavrulmak zorundayız. Bu yüzden siyasi yelpazenin sol kanadında Yeni CHP’yi çöpe atıp YENİDEN CHP’yi kurmalıyız. Siyasi yelpazenin sağ kanadında ise her şeyiyle milli, içinde ABD bağlantılı finansörlerin olmadığı bir partiye ihtiyaç var. Erdoğan dönemi, devletin temellerini daha fazla çatırdatmadan kapanmalıdır. Tek adam rejimi sonlandırılarak TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ yeniden işlevsel hale getirilmelidir. Cumhuriyeti yeniden kurmalıyız. Herkes seçimlerde bu hedefi düşünerek oy vermeli.
Ama yapmamız gereken en önemli şey tarihten ders almaktır. Vatandaşın ağzı ile yazacak olursak; “tecrübe yenmiş kazıkların toplamıdır”. Yediğimiz kazıkları iyi bilmezsek daha çok kazık atan çıkar.
Çözüm zaferleri değil yenilgileri bilmekten geçiyor…
Kaynak: Osman BAŞIBÜYÜK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder